Sabahları 06.20'de uyanıyorum.
Küçük adamın sütü ve kahvaltılıklarını hazırlıyorum. Sonra vapura binip doğru işyerime yolculuk başlıyor.
Şu vapur yolculuğu acayip keyifli birşey. Sabahın köründe de olsa, hava soğuk da olsa seviyorum bu güzel şehri deniz üstünde geçmeyi. Deniz kokusu, şehrin uyanışı, vapurdaki çay-simitin kokusu...en güzeli de vapurla yarışan martıların çığlıkları... Vapurdan martılara atılan simit-ekmek seanslarına bayılıyorum. Evde kalan börek-çörek-ekmekleri alıyorum çantama sabahları, martılara atıyorum yol boyunca. Büyük bir seromoni eşliğinde kapıyorlar yemeklerini. Hepsi bir parça yiyecek kapabilme derdinde. Hangisine doğru atsam diyorum seçemiyorum.
Rastgele...
Ama her zaman bir tanesi kendini öne çıkarıyor, diğerlerinden daha yakın ve gövdesi gökyüzüne dik olarak duruyor, yüzüne bakarak bir çığlık atıyor, bebek ağlaması gibi, kafasını uzatıyor ve bana ver diyor...
Martıların görüntüsü öyle güzel ki, ben de hep elime alıp sevme arzusu uyandırıyorlar. Bir de bebek ağlaması gibi yüzüme bakıp da ses çıkarmaları yiyecek vermede onlara öncelik tanımamı sağlıyor.
Ben onları seçmiyorum, onlar kendini seçtiriyor.
Çöpe giden yiyecekleri düşünüyorum sonra. Keşke herkes evde artan yemekleri hayvanlara verse, doğa da dengesini korusa...
Martılar birbirleriyle öyle yarışıyorlar ki bir parça ekmek için. Martılara bakarken Janothan'ı düşünüyorum, hangisi acaba diye?
İnsanlara en cesurca yaklaşarak ekmek isteyen O olmalı.
06 Şubat 2009
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder