28 Şubat 2010

Amerikan Hastanesi Yoğun Bakım Çalışanlarına


Küçük adamın 1. doğum gününü Amerikan Hastanesinde kutlamıştık. Ve ben oradaki tüm çalışanlara bir mektup yazmıştım. Aradan geçen 2 yıl sonra, biraz önce tesadüfen buldum o mektubu. Buraya da koymak istedim.
Herkese tekrar tekrar teşekkürler
******************



YENİDOĞAN YOĞUN BAKIM ÇALIŞANLARINA


Daha ikiz olduğunu öğrendiğimizde başladı yavrularımın acele tavırları. Hep bir telaş içindeydiler, bu heyecanlı kadını görmek istiyorlardı ve 25 hafta 5 günlükken, 570 ve 680 gram olarak geldiler.


"Hoşgeldiniz...ne iyi ettiniz de geldiniz..." diye karşılamak isterken Onlar'ı, "lütfen şimdi gelmeyin" yalvarışlarım nafileydi artık. Kollarıma alıp sarmak isterken, soğuk cam fanuslar yatakları oldu. Nur topu gibi iki salyangoz kabuğum olmuştu; mosmor, kıvrım kıvrım ve hareketsiz...



Ağlama sesinin hayal edildiği dünyanın tek anında, koşturan ayak sesleriydi duyduğum,bir bilinmezliğe atılan adımlardan çıkan...



Ne olduğunu algılamaya çalışırken saniyeleri sayar buldum kendimi, en riskli ilk günlerin çabuk geçmesini arzulayarak.



Tamam diyordu doktorumuz, en kötü günleri güzel atlattık, ama daha çok yolumuz ve riskimiz var.



Onlar'a güzel görünmek için makyajlar arasında yanlarına gittiğim 16. gün herşeyin asıl başlangıcıydı.Midelerine damla damla verilsin diye süt götürmek ve sevgimi söylemek için gitmiştim yanlarına, ama o soğuk koridorda sürekli koşturan, içeri-dışarı çıkan doktorlar, hemşireler karşılamıştı beni. Onlar'ı görmemi istemiyorlardı şuan. Ama neler olduğunu da söylemiyorlardı. Büyük bir bencillikle koşuşturma sebebinin benim bebeklerimden dolayı olmamasını temenni ediyordum... Ama içeride sadece Onlar vardı. İyi şeyler düşünmeye çalışıyordum yine de.



Ta ki bir hemşire bana su ve tabure getirene kadar...O su ve tabure beni dipsiz bir kuyuya atmıştı...Erimiştim, hani kabuslarımızda olur ya, düşersin; sınırsız, zamansız sürekli düşersin, ya da bişey ararsın, sürekli koşarsın koşarsın ama hep aynı yerdesindir, bulamazsın aradığını....Ya da bağırırsın sesini duyurmak istersin, çığlıklarla bağırırsın hem de, ama sesin hiç çıkmaz aslında... İşte öyle çığlık çığlığa bağırdım ben de.Su ve tabure birazdan duyacaklarıma karşı bana biraz güç vermek içindi. Yavrularımın beni bırakıp gittiklerini düşünürken alındım içeriye, ömrümün en arzulu ve en zor yoluydu.



Çok şükür fanuslarındaydılar minyatür yavrularım, oradaydılar ve beni bekliyorlardı...Çizgi filmlerden çıkıp gelen iki kahramandılar...Şapka niyetine kafalarına geçirilen kesik çorap uçlarıyla...Biraz önce "Ali'm bizi bir süreliğine terketmiş"...diyorlardı...Tüm hislerimi kaybetmiştim.Terketmenin ne olduğunu biri bana öğretsin istiyordum...Canlandırma yapılmış....Canlandırma....



Algılayamıyordum, benim minik Temel Reis'im ben soğuk koridorda kaybolurken beni bırakmış mıydı yani?İnanamıyordum...Daha da kötüsü doktorumuzun Ali'nin beyin kanaması geçirdiğini ve acilen büyük bir hastaneye götürülmesi gerektiğini söylemesiydi.



Yüzümüze kapanan büyük hastane kapıları sonrasında, 19 günlükken 582 gramlık bir minik adam olarak geldik buraya...



Ne iyi edip de gelmişiz...Bebeğime hoşgeldin diyerek karşıladınız O'nu. Daha ben bile diyememişken hem de..O'na her hareketiniz beni hayrete düşürecek şekilde şefkatliydi. İncitmekten korkarak dokunuyordunuz. Bana çalışma şeklinizi anlatıyordunuz, O'nu istediğimde görebileceğimi, gece yarısı bile arayabileceğimi söylüyordunuz. Çok normal şeylerdi sizin için ama benim için dünyalar kadar değerliydi bunlar. 19 gündür ilk kez birileri bana "anne" olduğumu hissettiriyordu ve bebeğim sizin için değerliydi. O sizin için "Bebek Kömür 1" veya "erkek olan" değildi, Ali Candaş diyordunuz O'na, dünyadaki varlığını tanıyordunuz...Bizi önemsiyordunuz.



Ali'min beyin kanaması geçirmediği müjdesini de verdiniz bana.



Oğlumun emin ellerde olduğunu hissederken duyduğum huzur, yer olmadığı için diğer hastanede kalan kızım için duyduğum yürek acısını kapatamamıştı.



Gönlümün yarısı eksikti.



Şuan ağır bir tablosu yoktu Ali'min, yolumuz uzun, risklerimiz fazlaydı. Tedavi sürecinin tereyağından kıl çeker gibi geçmesi gerekiyordu. Ama ne Ali tereyağı idi, ne de bu süreç kıl...



6 gün sonra yavrularım kavuşabildiler birbirlerine. Söz verdim Onlar'a, bir daha hiç ayırmayacaktım Onlar'ı.



Kızımın da gelmesiyle tamamlanan iç rahatlığım uzun sürmedi. 27 günlük kızım için bu savaş zor gelmeye başlamıştı artık, minik bedeni yorgunluk sinyalleri veriyordu.



Ama kızlar daha dirençlidir diyerek destek oluyordunuz bana. Öyleydi de...Benim minik Beken'im ağır tablosuna rağmen direniyordu. Güç veriyordu şefkatiniz O'na.



50. gününe gelene kadar da direndi hep.



Artık yavrularıma verdiğim sözü tutamıyordum; "sizi hiç ayırmayacağım birbirinizden" demiştim oysa...Olmuyordu. Gücüm yetmiyordu. Kimsenin de gücü yetmedi O'nu dünyada tutmaya.



Benden gizlemeye çalıştığınız gözyaşlarınızla uğurladık Beken'imizi.



Ali'me tutabileceğim sözler verecektim bundan sonra. O'na ağlayan gözlerle bakmayacaktım hiç, gülmeyi öğretecektim. Yüreğim ağlarken gülüyordum hep, Ali'nin kocaman gözlerine bakarken.En kötü olasılıklar anlatılırken hayal kurmam istenmiyordu. 35 gün entübe olarak geçtikten sonra hayatımın en güzel sesini duymuştum; Ali'nin ağlama sesi....



En güzel koku ise 40. gününde Ali'mi kucağıma verdiğinizde duyduğum koku...



Her yaşananda bir sonraki aşamaya geçip-geçemeyeceğimizin endişeleri başlıyordu. Extübe olmuştu, ama daha CPAP'tan çıkacak, nazal kanule geçecek, emmeye başlayacaktı.



Göz kontrolünün iyi geçmesi gerekiyordu.



OGT'den kurtulacak, vücut ısını koruyacak, beşiğe çıkacaktı vs vs...



Her aşamayı atlatmayı heyecanla bekliyorduk, bazen gülümseyerek, bazen de oğlumun apneleriyle birlikte hep beraber nefesimizi tutarak.



92 günlük hastane sürecinde PDA dışında büyük birşey yaşamadık. Çünkü burada herkes, diğer bebekler gibi Ali'yi de çok seviyordu. O muhtaç beden için gereken herşey sevgiyle yapılıyordu.



Sadece oğluma değil, bize de rehber oluyordunuz. Bizimle sevinip bizimle üzüldünüz. İyi gelişmelerinde hep beraber gözlediniz yolumuzu; sevincimizi, yüzümüzdeki şaşkınlığı seyretmek, ortak olmak için.



Bizimle ağladınız, acımızı yürekten hissederek.



O karanlık ve soğuk emzirme odası ağlama duvarı oldu hepimize. O odada hep birlikte attı kalplerimiz; doktor, hemşire, hasta bakıcı ya da aile değildik orada. Hepiniz Ali'ler için çırpınan, dua eden, ağlayan kişiler oldunuz. Öyle gözlerinizle de değil, yüreklerinizle ağladınız, ortak oldunuz çoğu zaman hissiz kalan hislerimize; çaresiz çırpınışlarımızda.



Kucağıma bir bebek verdiniz sonra, bu senin dediniz.



İnanamadım, kara kuru Kömür Bebek yerine obez (1700 gram) bir Ali Candaş Kömür verdiniz bana.



Evdeki her heyecan ve çaresizliğimde bir telefon mesafesindeydiniz bana. Elim, kolum oldunuz uzunca bir süre. Bir yere telefon açacağım zaman bile yanlışlıkla sizi arar olmuştum...



Zaman çabuk geçiyor diyenlere garip garip bakarken kocaman 1 yılı devirmişiz meğer...



Sizin suretiniz oğlumun yüzündeki her gülümsemede bizimle birlikte.



Benimse aklımda hep aynı soru var:

"Sizler olmasaydınız ben ne yapardım?



İyi ki varsınız ve iyi ki sizleri tanıdım"





Melek Kızımız Elif Beken & Hayatımızın Anlamı Küçük Büyük Adam adına,



Siz değerli insanlara



Sonsuz teşekkürlerimizle...









25 Şubat 2010

Küçük Adamla Hayat


Küçük adamın hayatı her geçen gün değişiyor ve genişliyor.
Yeni büyük kreşine alıştı. Bale ve folklor dersleri almaya başladı. İlk folklor dersine de tanık oldum. Öğretmeninin 1 kez gösterdiği Kafkas oyununu, diğer 13 arkadaşı (ki onlar zaten bu dersi alıyorlardı) yerinden kalkmak istemezken bizimki hoplaya zıplaya oynadı. Öyle tatlıydı ki...O gün ateşi çıkmıştı kreşte, ben yanına gitmiştim, ateşi düştüğü anda folklor dersi de başlamıştı. Üzerinde hala giymeye devam ettiği 12-18 ay bebek tulumu, yarı çıplak vaziyette dans etti deli gibi.

Bu arada anlatmam gereken başka bir konu da var. Candaş'ın kış başladığından beri, hatta temmuz ayındaki ilk bronşiolitinden beri hemen hemen her hafta geçirdiğimiz üst solunum yolu enfeksiyonlar ve tabii ki ateş.
Her cuma hastalanıyordu küçük adam. Kesintisiz... Son 2 aydır da boyundaki lenf bezleri varlığını hiç unutturmadan şişti durdu. Sürekli ilaç, sürekli doktor....En son FMF takibimizi yapan Dr. Özgür Kasapçopur'a gittik. Lenf bezlerinin şişmesiyle ilgili olarak düşündüğü şeyler vardı. Candaş'ı muayene ettiğinde bunların enfeksiyon olduğunu düşündüğünü söyledi. Ama bu kadar sık hasta olmasının iyi olmadığını, bunun için de koruyucu amaçlı olarak depo penisilin yapılmasını istediğini söyledi. 9,5 kg lık bir kemik torbasına iğne yaptırma fikri, hem de en acısından depo penisilin fikri hiç hoş gelmedi kulağımıza. Ama hastalıklarının azalacağı umudu ile dün yaptırdım ilk iğnesini. Allahtan korktuğum gibi olmadı, ağladı tabii ama bu penisilin öyle illet bir iğnedir ki, bazen iğneyi batır çıkar 4. 5. sefere bile sarkabilir yapabilmek. Çok tecrübeli birinin yapması gerekir. İçine bir de anestezik bir ilaçtan biraz ekledik mi acıyı mininuma indirirsiniz. Kendim yapmayı bile düşündüm bu iğneyi...Neyse ki şansımız yolunda gitti de iğneyi yapacak abi, çalıştığım hastanenin genel personel tutumundan farklı şekilde oldukça anlayışlıydı ve tek seferde yaptı "bacak aşısını".
Umarım bundan sonra hastalıklar azalır, zira 3 haftada bir penisilin acısını çektiğine değer...
Küçük adam artık tam bir birey oldu. Kendini ifade eden, oldukça kompleks cümlşeler kurup cin giğbi herşeyi anlıyor. BAna saçımı başımı yoldurtan yeme sorunu ise çok şükür oldukça halloldu. Ama buna rağmen kilo alamıyor, boyu uzamıyor. HAtta 4 ay önce 10 kg görmüşken şimdilerde 9,5 kg yine. Boyu da uzamıyor. Mayıs ayını bekliyoruz şimdi, büyüme hormon tedavisinin başlayıp-başlamayacağı belli olacak.
Bu arada benim en büyük sıkıntım olan tezim bitti, pazartesi günü okula teslim ettim, jüriyi bekliyorum şimdi. Tabii bir de sunum hazırlamam lazım. Umarım jüriden de geçerim de bu sıkıntı da çekilir oğlumla aramızdan. Hem O'nun hem de benim psikolojim epey bozuldu. He okul bitince ne olacak? Hiçbişey tabii ki...Yükseklisans mezunu seri fotokopici olurum belki, Burhan Abi gibi duvarlara doldururum belki de. Yok yok kolye yaptırıp boynuma asarım en iyisi :))
Tezim için geçen cumartesi okula gitmem gerekiyordu. Küçük adam da evde ateşler içindeydi. Malum TAksim uzak, ne yapsak dersek hava da güzel diye kalktık maaile gittik "beş yakamyı okuya"... Küçük adamın pek keyfi olmasa da Taksimin kalabalığı epey şaşırttı O'nu. Dönüşte de arabalı vapura bindik. Gemileri çok seviyor. Çalışanlardan biri aldı bizimkini kaptan köşküne götürdü. Babasıyla gittiler, dümeni bile çevirmiş benim oğlum.
20 Şubat 2010 Kaptan Candaş (3)

20 Şubat 2010 Kaptan Candaş (9)
Yazını başlığı ilkler ama başka konulara girdim. Küçük adam son 2 haftadır inanılmaz agresif ve saldırgan olmuştu. Onu istiyorum diyip verdiğinde hayır istemiyorum, aldığında istiyordum, sonra yerlere atmalar herşeyi sonra kendini yerlere atmalar.... sadece çok kısa bir anlatım bu aslında. Delirmiş gibi öfke krizleri yaşadı. hem de neredeyse hergün. Hastalıklarına bağladık genellikle ya da kreş değişimiyle ilgili davranış değişikliğine. Ana sorun şu ki, bu davranışları sadece bana karşı yapıyor. Derdi benimle yani. Allah nazardan sakınsın da 2 gündür iyi. Bugun ben hastalandım, boğazım mayın tarlası gibi lenf bezi şişlikleriyle dolu, ciğerlerim takır takır....hele bir başağrısı ve halsizlik....Bu akşam maaile işten gelince dedim ki "oğlum ben çok hastayım, seninle oyun oynayacak gücüm yok. Biraz uyumama izin verirsen uyandığımda seninle çok güzel oyunlar oynarız".
Tamam dedi küçük adam.
Babasını hiç üzmemiş, sonra geldi yanıma "hadi uyan aytık anne" dedi. Uyandım dedim, dedi ki bana
"Biyaz iyileştin mi anne?"
Hani seni verene kurban olurum dedirtiyor ...Beni anladı oğlum, ne güzel.
Sonra çok güzel oyun oynadık beraber, "homuy" oynadık tabii ki. "pitza" yapıyormuş beyefendi.
Hayal gücüne hayranım, nereden neler üretiyor benim aklıma asla gelmeyecekler şeyler.
Şimdi yazının başlığına dönüyorum, oğlum bugün tiyatroya gitti ilk defa. İçim buruldu önce, çünkü ilk seferinde beraber gitmek isterdim. Ama kreşe kısmetmiş. Büyük bir merakla bekledim geri dönüşlerini. Bizimki çok keyifliymiş, çok eğlenmiş. Elini akldırarak sorulara cevap bile vermiş. Bundan sonra oğlumu bu tür aktivitelere götürmek zamanı gelmiş demek ki...
Başka bir ilk ise sevgililer günü kartı...Okulda bizim için hazırlamışlar... Sevgilim benim...
İşyerime gelmeye bayılıyor. Azgınlık yapmadan oradan oraya koşturuyor. Hayranları da çok olunca, her odada bir aktivite alternatifi var.
Son zamanlarda yaptığım gezmelerden de bahsedeyim. 31 Ocakta Ömer Akın'ın doğum gününü kutladık, 14 Şubatta da Melek Busenin doğum gününü. İkisi de harikaydı, neşeli bıcır bıcır koşturduklarını görmek hayal gibiydi daha düne kadar. Melek Busenin doğum gününde sürekli uyudu gerçi. Oynayamadı arkadaşlarıyla.


Sdc10421
Tara geldi bize bir hafta sonu. Birlikte oyunlar oynadılar. Bir parmak boyası yaptılar...ki evlere şenlik :)) Şöyle 1 yıl filan parmak boyası görmek istemiyorum modundayım yani.
7 Şubat 2010 (6)
7 Şubat 2010 (2)

Park sezonu da başladı artık sanırım. Güneşi her gördüğünde "anne bak güneş geydi. Demektiy ki.... payk zamanı"
Hala kaydıraktan kayamıyor. Nedenini anlayamıyorum ama korkuyor işte. Üstüne gitmemek tek çözüm sanırım. İstemezse kaymasın artık...
13 Şubat 2010 (14)
Parkta abile karate yapıyorlardı, o da gitti aralarına katılmak istedi."Vuy bana hadi vuy bana" diyip atıyor kendini yerlere. Akşam evde babasıyla da oynadı. "Vuy bana hadi ba-baaa"
13 Şubat 2010 (9)

Candaş'ı mesteden yaş grubu 8-11 yaş arası grup...Bayılıyor bunlarla oynamaya, dün bir akrabamızdaydık. 9 yaşındaki kızlarıyla tam 4 saat soluksuz oyun oynadı. Aslında oyun yarattı hep, Bahar Ablasına da uygulattı. Bahar yorgunluktan bitmişken küçük adamın enerjisi sonsuzdu. Eve dönmek bile istemedi. "Bahay Abyam da geysin"...

Artık sorulan sorulara net ve mantıklı cevaplar veriyor:

Özgür Bey, soruyor adın ne "Ayi Candaş", soyadın "Kömüy", Kaç yaşındasın "3",

Hangi takımı tutuyorsun "Cim Bom Bommmm" (el de havada sallanıyor tabii). Anasının oğlu tabii.

"Ben sana benziyoyum di mi anne?" diyor. İkimiz de sayıyız çünkü".

08 Şubat 2010

Evett...Ayça'nın İsmini İpek Koyduk

Küçük adamın büyük sınıftaki ilk günüydü bugün.
İnanılmaz heyecanlıydım, üniversiteye başlıyordu sanki.
Sabah kreş kapısına asılmamış olan 3 rakamı krizi yaşadık. "Burası yanlış, 3 yazmak zoyundaydı" dedi.
Öğretmeni koşturarak kartondan bir üç yaptı ve iç kapıya astı. Zorlukla ikna ettik ve girdi içeri.
Arada gidip gizliden izledim Onlar'i, uyum sağlayabiliyor mu-mutlu mu diye.
Oyunlarına denk geldim, herkesin patikleri ortada karıştırılmış. Sırayla ayakkabı bulmaca oynuyorlardı.
Sıra benimkine geldi, tabii sınıf arkadaşlarının isimlerini de bilmiyor henüz.
İpek'in ayakkabılarını bulmasını istedi öğretmeni, benimki İpek'i tanımadığı için İpek'i tanıttı önce.
Küçük adamla öğretmen arası diyalod şöyle:
"İpek'in ayakkabıları hangisi Candaş?"
"O İpek değil, Ayça" (junior sınıfındaki en sevdiği arkadaşlarından biri olur Ayça)
"Hayır Candaşcığım, bu arkadaşının adı ipek"
"Evettttt, Ayça'nın adını İpek koyduk"
.........
Ben gizlendiğim kapı arkasında gülme krizine girdim tabii. Gurur duydum tekrar oğlumla...
Daha güzel günlere, tüm çocuklar için....

07 Şubat 2010

Bir İnsan Yetişirken


Uzun bir aradan sonra Melek Buse'yle buluştuk.
Önce geçen sene mayıs ayından fotolar koydum yazıya. Birlikte saatlerce zaman geçirmiştik, beraber cips yemişlerdi, hem de birbirlerinin ağzından çıkarıp kendi ağızlarına atarak. O keyifli anları harikaydı.
27 Mayıs 2009 (8)
Sonra bir mağazada Melek pusetinde otururken, Candaş kızlar için kıyafetleri tek tek getirip Melek'e gösteriyor ve aralarında bizim anlamadığımız bir dilde konuşuyorlardı. O görüntüyü çekmiştim gizliden ama bulamadım şimdi.
Ömür boyu bu güzellikte, kardeş gibi olmaları dileğimiz...
Geçen buluşmada da bizim bıcırlar çok güzel oyun oynadılar birlikte.
17 01 10 (9)
Resimler yaptılar beraber...elele tutuşup gezdiler....hele buluşma anları sarmaş dolaştı...
17 01 10 (7)
Melek kocaman olmuş, inanılmaz paylaşımcı, bir kendisi yerse bir kez de bizim ağzımıza yemek tıktı.
Aslında yazının başlığına uygun birşeyler yazacaktım ama kesmek zorundayım, başka sefere...

05 Şubat 2010

KARNE


Kreşte 3-4 değişik yaş grupları var.
18-36 ay...
3-4 yaş...
4-5 yaş...
5-6 yaş...
İki ayrı binada her bir gruptan 2'şer sınıf var.
3-4 yaş grubu hariç, o gruptan sadece 1 tane var.
Geçen eylül ayında Candaş'ın akranları 3-4 yaş grubuna alındı. Ben Candaş'ın geçmesini istemedim.
Çünkü,
1. Fiziksel olarak yaşıtlarından en az 17 cm kısa ve zayıf olması nedeniyle psikolojisinin bozulmaması
2. Dayak yiyen adam figüründeki küçük adamın hırpalanmaması
3. Bediş Annesine çok alışması.
4. Küçük adamın gelişimsel olarak yaşıtlarından ileri olması nedeniyle geri düşmeyeceği düşüncesi.
5.Kreşe çok zor alışan küçük adamın Bediş Anneden de ayrılık yaşamaması.
Ne zaman geçecekti kendi grubuna? Mayıs ayında yeni açılacak olan 3-4 yaşa geçecekti. Düzeltilmiş yaşıyla da yeni 3 olacağı için kayıp olmayacaktı ....
diye düşünmüştüm...
Ne zamana kadar?
Gruplarındaki 18 aylık Murathanla aşik atmaya başlayana kadar. Murathan gibi ma-maaa, demeler, çişini artık bezine yapmamalısın dediğimde "ama Muyathan da bejine yapıyoy" diyene kadar...
Yeni grubun başlama zamanının ise mayıs ayından eylüle alındıgını duyana kadar...
1 haftadır ne yapmalı üzerinde düşünürken, halihazırdaki gruba Candaş'ın başlamasının uygun olmadığı kanaatine varıldı.
1. Bale-folklor derslerinde yol katetmişlerdi.
2.Kitaplarda ilerlemişlerdi. Neydi bu kitaplar?
Rakamlar....renkler....geometrik şekiller...
Candaş bunları evde benim baktığım 2 yaş dönemine kadar zaten öğrenmişti. Drama dersine aldılar 2 gün önce, şaşkın-kızgın yüz ifadesi ve resimlerdeki yüz ifadelerini tanımlama gibi şeylere katıldı...
Benim saksıya yeni dank etti, biz Candaşla bunları zaten çokkk önceden öğrenmiştik...ama tekrar etmeyi unuttuk, o kreşe başladı, ben okula başladım derken birlikte geçirdiğimiz 1-2 saatlik zamanımızda sadece eğlenmemize bakmışız. Neyse ki küçük adam uyum sağlamış ta büyük gruba geçmesine oy birliği ile karar verildi.
Dedi ki Hacer Öğmetmenim:
"Candaş'a nasıl anlatsak acaba artık Bediş Anneyle olmayacağını?"
"Karne verin oğluma dedim, büyüdün artık ve büyük sınıfa geçiyorsun"
Hazırlamışlar...
05 02 2010 (11)
Tahminimden çok daha güzeldi hem de. Bütün derslerden güleryüz almış, üstüne bir de yıldızı vardı, bu da yüksek onur belgesiydi sanırım :))
05 02 2010 (5)
Çok duygulandım akşam onu alırken, ne olduğunu anlamadığına adım gibi emin olduğum karnesiyle pek bir gazlanmıştı....Büyük şınıfa geçiyoyum bem" dedi.
Kreşler yanyana iki müstakil bina.
kreş 1 ve kreş 2...
Küçük adam kreş 2 deydi şuana kadar. Geçeceği kreş ise kreş 1'de.
Dedim ki:
"Pazartesiden itibaren büyük sınıfa gideceksin, yani Kreş 1 'e."
Dedi ki :" 1 oymajjjj....Burası 2. okuy, ben 3. okuya gitmeliyim, çunku 3, 2 'den büyüktüy"....
Dumur... morarma...kızarma....
kreş çalışanları ve benim halet-i ruhiyemizdi.
Çocuk haklı, gel de cevap ver şimdi. öğüretmeni dedi ki Candaş çoktan hazırmış büyük sınıfa...
Ben de 1 ve 2 yi anlatmaya çalıştım ama nafile.
"3. okuya gidecem ben"den başka söz çıkmadı ağzından. Öğretmeniyle kulis yaptık, 1. kreşin iç kapısına pazartesi sabahı 3 rakamı asılacak....
Vatana, millete, ailemize, yavrucağımıza hayırlı olsun....

Tüm karnelerimiz güleryüzlü olsun, yüz güldürsün.

En önemlisi de hayat karnesi güzel olsun, mutlu olsun hayatı

01 Şubat 2010

LİĞME LİĞME YA DA LİME LİME


Hani herşey üstüne üstüne gelir ya birden...
Evrendeki tüm negatifliklerin sana yöneldiğini düşünürsün ya hani...
Tüm kasların, etlerinin her milimetrekaresi liğme liğme koparılır, çimdiklenir, ters-yüz edilerek burulur ya hani...
Kalbinin en ücra köşesine kadar kırıklarla dolu olduğunu hissedersin, kalbinin kalplikten çıkıp kalbur olduğunu hissedersin ya...
Kaçıp gitmek istersin ya bazen hani, ama kimden veya neden kaçacağını bilemezsin ya, ya da kaçtığın yerde ben benden başka biri olacak mıyım diye sorduğunda, kalburlaşmış kalbinin aslında kalbur olan iplerinin de pörsümüş olduğunu farkedersin ya hani...
Bir duvar dibine, en pis duvar dibine işeyen köpekler gibi, çişin kokusunu duyup tekrar işeyen başka köpekler gibi, aslında çiş sandığın ama gül bahçesi olan bir köşeye düşünmeden ya da sadece zevk için üstüne işenmiş gibi hissedersin ya hani....
.......................................
Yoksa siz hiç hissetmediniz mi öyle?
Hayat yanıbaşınızdan akıp giderken ve sen de onun içinde olduğunu sanırken aslında sadece seyreden olduğunu farkettin mi?
Seyrederken bir el bile sallamadığını fakettin mi peki?
Peki ya, aslında sen seyrederken, sadece baktığını ve hiçbirşey görmediğini farkettin mi?
He bir de aslında bakıp ta görmediklerinin içinde senden ve sana ait olan herşeyin de gitmiş olabileceğini düşündün mü?
Peki bunu düşünmenin bile insanı nasıl çıldırtabileceğini algıladın mı?
Seyretmen bittiğinde ve tüm bunları algıladığında, yanında hiçbirşeyin kalmadığını gördüğünde ne yapacaksın?
Sen de gitmek istediğinde aslında gidenler hakkında elinde hiçbirşey olmadığını gördüğünde ne yapacaksın?
Yine yüreğin liğme liğme olmayacak mı?

Kalburun pörsümüş iplerine bir hançer darbesi gelip seni sen yapan herşeyi parçalamayacak mı?

Hadi, kalk...

Geç olmadan bak şuraya...

Görmek istediğin çok uzakta değil, yanında.

Çok uzağa bakarsan burnunu ucunu göremezsin.