29 Haziran 2009

ORTAKÖY KAÇAMAĞI

26 Mayis 2009 (44)26 Mayis 2009 (41)
26 Mayis 2009 (31)26 Mayis 2009 (23)
26 Mayis 2009 (17)
26 Mayis 2009 (8)26 Mayis 2009 (5)
Küçük adam geçen ay ishal olup hastanede yatmıştı ya hani.
Ben de sonrasında izne ayrılıp gezmiştim oğlumla.
Bir kaçamak ta burnumda tüten Ortaköy'e oldu. Küçük adam bayıldı Ortaköy'e.
Güvercinlerin peşinde koşturdu durdu.
Şimdi geç de olsa işte o fotolar

28 Haziran 2009

İ-E-T-T

İETT...
İstanbul Elektrik Tramway ve Tünel İşletmeleri...
Son 3 yıl öncesine kadar 7 yıl boyunca oldukça aktif olarak kullandım İETT araçlarını. Mecburiyettendi benimki.
Ne zaman ki arabalandım mesafe koydum arama otobüsleriyle.
Araba kullanmaya başladığımdan beri beni hayrete düşüren birkaç şey vardı trafikte.
Bunlardan bir tanesi minibüs ve otobüs şoförlerinin trafikte özellikle kadınları zora düşürmekten nasıl bu kadar keyif aldıkları ve nasıl olup ta bu kadar kural ihlali yapabildikleridir.
İşte bu merakımı İETT şoförlerinden biri duymuş olacak ki anlattı bana.
26 Haziran Cuma günü, saat 08.15 sularında işyerime giderken, arabamın sol tarafına bodoslama dalan bir şoförden aldım dersimi.
Ana cadde gibi işleyen ve ışıkların olmadığı bir tali yoldan ana yola çıkıyorum. Bu yola çıkışın tek yolu dalmaktır. Zira 10 dakika bile beklesen o yolda kimse yol vermez.
Uzakta olan İETT otobüsünü görünce yola rahatça çıkabilecek mesafem varken çıktım yola. Ama sayın şoför bey benim yola çıktığımı gördüğü halde gaza basınca şoför kapısı tarafım belediye otobüsünün parçası oldu.
Arabada Candaş ve emniyet kemerini takmayan iş arkadaşım da var.
Darbe ile birlikte durup önce Candaş'a sonra arkadaşıma baktım. Hepimiz iyiydik.
Sayın İETT şoförü yerinden kalktı ve dedi ki, devam et yola, zarar yok. Ohhh dedim hemen, bu kadar sert çarpışmaya zarar olmaması harika birşey. Nasıl olur da zarar olmaz sorusu ise aklımda hala.
İndim arabadan, arabanın sol tarafı mutasyona uğramış resmen.
"Nasıl zarar yok, görmüyormusun arabamın halini" dedim.
Seninki önemli değilki, ben otobüsü kastettim dedi. Kamu aracına çarptın, bende zarar olmadığı için şanslısın.
"İyi de sen bana çarptın, beni göre göre gaza basıp geldin" dedim.
Kahkaha attı. Devam et hadi yoluna dedi.
"Tutanak tutmadan gitmem" dedim.
"Hem arabana tamir parası ödersin, hem de belediyeye ceza ödemek zorunda kalırsın, kamu aracına çarptığın ve mesaiden alıkoyduğun için "dedi.
Komik geldi, dalga geçiyor, suçlu psikolojisine girdi dedim. Polisi arayacağımı söyledim.
Eşimle telefonda konuşurken sürekli dır dır dır başımdaydı. Birşeyler anlatıyordu.
Trafik sigortacısıyla görüştüm, Sayın Şoföre de telefonla konuştuktan sonra karar vereceğimi söyledim, polis çağırıp çağırmayacağıma.
Trafik sigortacısı şoförü destekler şekilde konuştu. bas git, polis filan çağırma, tali yoldan çıkmışsın suçlusun, belediyeye ceza ödemek zorunda kalırsın yoksa dedi.
Mecburen Sayın Şoföre itaat ettim, bu defa ben gittim ayağına.
"Tamam polis çağırmıyorum" dedim.
Abim uzatmış ayaklarını otobüste,
"Artık çok geç" diyor. "Ben çağırdım bile."
Başlıyoruz beklemeye.
Candaş'ı ve arkadaşımı taksiye bindirmek istiyorum. göztepe'nin sabah trafiğinin içine de etmişken taksi filan da gelmiyor.
İçinde bayan olan bir arabaya otostop çekiyorum. Bizimkileri bırakması için, seve seve kabul ediyorlar.
Polis beklemeye başlıyorum, Sayın Şoför otobüsün içinden bağırıyor, "ehliyetini ruhsatını ver"
Zaten gerilen sinirlerim patlak veriyor. "Sen kim oluyorsun da benden ehliyet ruhsat istiyorsun" diyorum.
Fotokobisini alacakmış.
"Sana niye vereyim" diyorum. Sırıtıyor agam yine,
"Köyden yeni mi geldin sen" diyor. "Dağbaşında mı yaşıyorsun?"
"Bu sözünü unutma, polis gelince ben hatırlatacam" diyorum.
Tam 1,5 saat sonra geliyorlar.
Alkol muayenesi, tutanaklar vs
İfademiz alınıyor.
Gayet güleç insanlar polisler, sırıtıyorlar sürekli.
olayı anlatıyorum, beni gördüğü halde durabilecekken gaza bastı diye.
Not bile almıyor bunu. tali yoldan çıkan sensin diyor.
İyi de o yolu biliyorsunuz, yola çıkışın başka yolu yok, ana caddede olan yol verir desem de nafile.
Sayın Şoförün hakaretlerini söylüyorum.
"Bana anlatma, git hakaret davası aç" diyor.
Sağolsunlar.
Bu arada işyerinden arkadaşlarım geliyorlar, bir şoförümüz geliyor.
1,5 saat polis bekleme, yarım saat de tutanaklar sonra belediyeye 2 saat "Belediye otobüsünü mesaiden alıkoyma cezası" ödeyecekmişim. İşinden etmişim Sayın Şoförü...
Aklımı yitirmek üzereyim.
Dağılın diyor, sayın polis.
Ellerim dötümde gitmeye çalışıyorum.
Araba hareket ediyor ama lastiğin üstüne sıkışan parçalardan dolayı 500 metre mesafeyi katetmek 2-3 kez duraklamayla oluyor.
Araba tamire gidiyor.
Ben de evime dönmek üzere yola çıkıyorum.
Otobüsle gideyim bari, Candaş ta yokken diyorum.
Uzun bir bekleyiş sonrası geliyor. Para uzatıyorum Sayın Şoföre.
Geçmiyor diyor.
Akbil almak istiyorum diyorum,
Yok diyor.
Eee nasıl gidecem o zaman diyorum.
Gidemeyeceksin diyor, in arabadan.
İniyorum.
Öyle ya, biraz önce öğrendim Sayın Şoförlerin bu memleketin ağaları olduğunu.
Hiç itiraz eder miyim?
Hatta elini öpmek istiyorum ama hareket etmeye başlıyor, yoksa kapılarda asılı kalıp ezilerek ölebilirim.
Kamu aracında öleceğim için de cenazemi filan vermeyebilirler. Hatta ceza bile ödetebilirler arkada kalanlarıma.
Elimi dötüme birkez daha koyup iniyorum Ağanın yanından.
Bir musibet bin nasihatten iyiymiş ya.
Öğrendim ben de.
Tımarlandım hatta.
Çok uysal oldum şimdi.
İETT ile yapılan kazalarda pozisyon ne olursa olsun (yaralama veya ölüm durumu hariç) onlar daima haklıymış. Kamu aracıymış.
Diyelim ki yaralama veya ölüm var, o zaman da % 95 haklı çıkarlarmış, avukatları çok güçlüymüş.
Ben ambulans şoförlerinin trafik hataları yüzünden çok defa mahkemelik olduklarını ve ceplerinden kendi güçlerinin çok üstünde cezalar ödediklerini çok defa şahit oldum. Ama Onlar yaralıları hayata bağlamak için uğraştıkları için kamu hizmeti değilmiş demekki.
Bırak ölsün ambulanstaki.
Demek ki ambulanslar kamu hizmeti yapmıyor, İETT'nin Sayın Şoförleridir kamu hizmeti verenler.
Dün kaza raporunu almak üzere tarifiğe çağırdılar. Tam yerini öğrenmek için yaptığım onlarca telefon konuşmasından hiçbir sonuç çıkmadı. Raporu nereden alacağım belli değil.
Üstelik bu hafta final haftamdı. Cuma akşam 2 tane ve cumartesi günü de bir tane sınavım vardı.
Cuma günkü sinir boşalmasından sonra sınavın birine giremedim.
Girdiklerimden de kimbilir ne çıkacak bilmiyorum.
Bu yazımı okuyanlar siz siz olun İETT karşısında diklenmeyin sakın.
Hatta her kural ihlallerinde ellerini öpüp, hayır dualarını alın.
Ben öyle yapacam bundan sonra.
Dedim ya, uslandım ben. Terbiyelediler beni.

03 Haziran 2009

İNSAN ÜRETİM MERKEZİ

İnsan üretim merkezi....
Böyle demiş Ayşe Aydın.
Çocuk iki yerde yapılır: Birincisi yatak odasında.
İkincisi ise İnsan Üretim Merkezi'nde. Yani Tüp Bebek Merkezleri'nde.
İnsan üretim merkezlerinde yapılan çocuğun ne kadar zor, yıpratıcı ve doktorların para sayma makinesi kullanmasını gerektirecek kadar pahalı olduğunu anlatmış kitabında.
O zorlu sürecin sonunda da haykırmış mutluluğunu "Anneeee...Anne oluyorum!" diyerek.
Kitabına da isim yapmış bu haykırışı.
Anne Anne Oluyorum kitabını pegem.net'den satın al!
Daha güzel bir isim de düşünemiyorum zaten. Cuk oturmuş derler ya hani, aynen öyle olmuş işte.
Biraz ağladım, biraz güldüm kitabı okurken.
Çoğu yerde de dedim ki "Aaaa, Ayşe nereden biliyor benim yaşadıklarımı? Nasıl hissetti acaba duygularımı? "
40 derece sıcağın altında, bir su bardağı buz gibi su misali içilerek okunacak bir kitap.
Yükseklisans, ALES Sınavı, işyeri ve iyice agresifleşen küçük adama rağmen bitti bitecek durumda.
Değdi de...
.................................
Yatak odasında yapılan çocukların annelerinin diğerlerine göre daha fazla yakındıklarına tanık oldum.
Bir gaz sancısını ölüm kalım savaşıymış gibi saatlerce nasıl anlatabildiklerine şaşıp kaldım çok kere.
Kolaydı Onlar için çocuk yapmak. Küçük şeyleri büyük dertler yapıp, çocuklarına seslerini kolayca yükseltebiliyorlar genellikle. Ya da ben çevremde biraz fazla gördüm bunlardan.
Persantilde % 90 da olan çocuğunun hiçbirşey yemediğinden yakınarak, keşke Candaş gibi yemek yese benimki de diyene bile rastladım.
İnsanoğlu elinde olanın kıymetini bilemiyor bazen.
İşte bu noktada bu kitabı öneriyorum.
Bir canın kolay yoğrulmadığını, bu uğurda birçok insanın hatırı sayılır bedeller ödediğini, hayaller, hayal kırıklıkları arasındaki med-cezirlerin hiç de basit olmadığını gösterebilmesi için,
Elimizdeki canların kıymetini daha iyi görebilmek için,
Bir annenin çocuklarına kavuşması sürecine tanık olabilmek için,
Ve iki meleğini kucağına alabilen annede kendimizden birşeyler bulabilmek için...
Keyifli okumalar